Aforizma
- Onur Kaya
- 12 Kas 2023
- 3 dakikada okunur
Bu arkamızda bırakarak ilerlediğimiz toprak kaosunda çocukluğumun bitip büyümeden aralarda bir yerlerde sıkışacağım hikayenin başladığını bilmiyordum tabi ki. Buz gibi sabah ayazında, çiçeklerimizin üzerinde olan çiğ taneleri henüz yok olmamışken düştüğümüz yol, bu beni benden alan ama yerine de bir şey koymayan hikaye, bu sabah başladı. Bu yazıyı okuyan herkesin uyandığı sabahta. Bu sabah işte. Moda’da deniz gören evin balkonunda sabahlayan zengin vari adam için de, varoş bir semtte kağıt toplama arabasının üzerinde uyuyan çocuk işçi içinde. Bu sabah. Yeniden... Merhaba, hoş bulduk…
Hiçbir şey tam başlamamış ve aslında hiçbir şey bitmemişti. Gün ışımamışken düştüğümüz yol, herkesin hayatına yeni hikâyeler yazıyordu. Biz bilmeden, hissetmeden, müdahale edemeden. Bir şeyler değişecekti sadece onu biliyorduk. Kimlerle hangi olayın ne kadarını biliyorduk ondan bile emin değilim ama bir şeyler biliyorduk, evet.
Odamdaki son oyuncağımı nasıl yanıma alabileceğimi düşünürken, bavuluma tüm çocukluğumu sığdırdığımın farkında değildim. Uzaklaşıyordu bir şeyler. Bu, haftada bir köye uğrayan gezici bakkalın arabasından bir şey isteyip, alamayacağını bildiğin halde peşinden koşmaya benziyordu. Uzaklaşıyordu bir şeyler, istediklerin yok oluyordu. Umudun birilerinin vicdanına kalıyor ama o vicdan birilerine hiç uğramıyordu.
Kamyon kasasının sallantısı azaldıkça daha da uzaklaştığımızın ve ayaklarımın hiç basmadığı topraklara geldiğimizin farkına varıyordum. Kapalı tentenin ardından doğmak için yine karanlıkla mücadele eden güneşi izliyor. Bugünkü mücadelesini bizim için kazanmasını özel olarak daha fazla istiyorduk. Dağlarına bahar gelmemiş memleketimin büyük taş parçalarının üzerindeki çiğ tanelerini izlerken havanın ne kadar ayaz olduğunu fark ediyor. Beyaz suratın köylük yaşamından kalma iziyle al al elmacık kemiklere bürünmesini izliyorduk. Ellerimiz kızaklarla kayarken donmaya ramak kalma pembeliğine erişmişken, hadi diyorduk güneşe, biraz daha tepeye çık. Daha önümüzde çok gün var, sabret der gibiydi güneş de. Rutinini bozmuyor, karanlığa inat aheste aheste o kadar güzel kızıllıktan sarılığa dönüyordu ki, içimiz de aynı oranla ısınıyordu.
Kamyon kasası artık sarsılmayı bırakmıştı neredeyse, annemin gözyaşları da tam tersine artıyordu. Uzağa diyordu, görmediğimiz bilmediğimiz topraklara, ben nereye diye sorduğumda. Çocuk olmanın ilk avantajını siz uyuyun daha çok var deyip tüm gocukların üstümüze örtüldüğünde yaşadım. Vücut fonksiyonlarımı hissetmeye başladıkça gözlerim kapandı. Gözlerim kapandıkça yeni şehrin hayali sardı beni. Annem hep derdi, güzel olur mu gittiğin yer hiç, memleketin varken. Anlamazdım.
Karanlığın tekrar güçlenip güneşi içine çekmeye başladığı saatlerde uyandırıldım. Azıkların yenme vaktiydi. Ki ben de gerçekten uzun saatlerdir açtım. Yemek yemekten çok bizim o kervandaki abilerimin ablalarımın yüzlerini izledim. Ya hepsi gerçekten akraba olmanın genetikliğini son derece pürüzsüzce yaşıyordu ya da gerçekten hepsinde ufak değişikliklerle aynı kaygılar baş gösteriyordu. Ekmekler küçük lokmalarla yeniyor, kimse kimsenin gözünün içine bakmıyordu. Konuşmuyordu o köy meydanından geçerken herkesi kahkahaya boğan amcam. Babamın yanında daha henüz tütünün lafını etmemiş kuzenim, sardığı tütünü gözden ırakta olmadan içtiğinde anladım. Bir şeyler değişiyordu. Kaygı büyüktü, hem de benim umamadığım kadar. Hava kararmadan yola düşelim denmesiyle yeniden kamyon kasaları umut yitiği insanlarla doldu ve bugüne kadar daha sap saman dışında bir şey taşımamış olan muharrem amcam insan yerleştirdi boşluklara. Yoldu bu, bitecekti elbet. Ancak ucu nereye varacaktı, çocukluğumun canı yolda mı daha çok yanıyordu yoksa daha sonra hatırladığımda mı yanacaktı bilmiyorum.
Bir hikaye yazılıyordu. Köy okulunda daha hiçbir çocuğun okumadığı, hiç bir ucu yenmiş silginin duymadığı bir hikaye. Biraz buruk, biraz ümitli, biraz kırılmış ve daha bilumum birçok duyguya sahip hisler yaşanacaktı. Bir bedene kaç acı sığarsa karşımıza onlar çıkacaktı sanki. Farkındayım çocuk başıma bana ne oluyordu diye soranınız olacak ancak. Bu kaygı, endişe anlaşılmayacak gibi değildi. Tabi ki tam adını koyamıyordum. Bir şeyler eksik kalıyordu ancak demir ailesinin eski tadı asfaltın ziftine harman oluyor, çocukluklarımız ve geleceğimiz bambaşka yollara savruluyordu.
Arabada Kürtçe konuşarak birbirlerine bir şeyler anlatan yengem ve annem, İstanbul diyorlardı, şu veli gillerin gittiği şehir. Kulağıma çalınan İstanbul lafıyla tüm sesler bir anda boğuk boğuk gelmeye başladı. Sol cebimden bir kartpostal çıkardım, kamyon tentesinin kopmuş kısmından gökyüzünü seyrederken hayale dalmıştım. Köyümüze yazları gelen ve büyük küçük herkese yardım ederek köylünün medar ı iftiharı ali abimde aklımın bir köşesindeydi. İstanbul'da okul okuyordu. Yazları köye geliyor, o yokken üzerindeki kilidin tozdan görülmediği kütüphaneyi açıyor, küçük bir okul gibi orayı kullanıyordu. İmece diyordu, imece yapalım deyip bizleri insanların tarlalarına götürüyor, Ayşe ninenin bahçesine çardak kuruyor, Osman amcanın bahçesini belliyorduk. Belli bir yaşın üzerindekiler deli diyordu aliye, ama o öyle değildi. Emindim ben. Onun yüreğinde İstanbul’un iyi huyları vardı. Henüz kendini yitirmemiş bir saflık. Köyü köy yapabilecek bir kaç masum vicdanlı adamdan biriydi o. ali abimdi. Öğretmenim, oyun arkadaşım hatta kankamdı. Laf aramızda bunu ona söylerken çok gülerim. Ne bileyim utanırım işte.
Kartpostal rüzgârdan elimden uçacaktı ki yattığım yerle sırtım arasında resmen bir boşluk oluştu ve kartpostalı tuttuğum elimle diğer elim arasında tutmaya çalıştığım İstanbul hayalim dağıldı gitti. Tümsekti tümsek korkmayın diye bir ses duydum sadece. Sol cebime arkasında yarına inanan güzel yürekli kardeşime yazan kartpostalımı koydum. Cenin pozisyonunda kıvrıldım ve yırtık tenteden ay dedeye gülümsedim. Görmüştür umarım. Güzel yürekli abilerimin de asfaltlarında yürüdüğü, mücadelelerin verildiği, düşenlerin olduğu ancak selam duranların daha fazla yaşadığı şehre gidiyorduk.
Bekle bizi İstanbul…
Comments